TEKEBBÜR-KİBİRLENME

İnsanın bir şeyi bilmesi ve öğrenmesi için en önemli araç akıldır. Akıl her insan için apaçık bir ihtiyaçtır. İnsan evladı, inandığına akılla delil getirir, doğru bulmadığını akılla inkar eder, karşıt fikirleri ise akılla reddeder. Aynı zamanda insanlar kendi aralarındaki ihtilaf ve çekişmelerde akla sığınırlar. Cenâb-ı Hak da akıllı insanları kendisi arasında hüccet karar kılmıştır. İmam Sadık (a.s) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın kulları üzerindeki hücceti peygamberdir. Kullarla Allah arasındaki sebep akıldır.[1] Yani Allah’ı bilmekte ve varlığını tasdik etmekte höccet, delil, yol gösterici akıldır. İnsan, Allah’ı akıl yoluyla kabul eder ve daha sonra diğer yükümlülükleri ve Allah’ın istediklerini peygamberi aracılığıyla elde eder.[2] Allah’ın varlığının delillerinin akılla sağlandığını, akıllı olmanın değişen derecelerde tüm insanların ortak özelliklerinden biri olduğunu belirtmiştik. Ancak insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar pek çok insanın yoldan çıktığını, batıl fikirlerin peşinden gittiğini ve gerçeği kabul etmediğini görüyoruz. Burada şu soru ortaya çıkıyor: Eğer akıl, kullarla Allah arasındaki bağ ise ve bu akıl nimetinde bütün insanlar eşitse,[3] neden insanların bir kısmı doğru yola ulaşırken bir kısmı da sapıklığa düşüyor? Gerçi her birinin aklı vardır ve gerçekleri anlamada ondan yardım alabiliyorlar

Bazıları, pek çok bilimsel buluşa imza atan parlak bilim adamlarının neden Tanrı’nın varlığını kabul etmediklerini soruyor. Yeterli delil görmediler mi? Veya karşıt mezheplerin eğitimli alimleri bu kadar delile rağmen neden hak inancı kabul etmediler?

Birçok araştırmacı bu soru üzerinde düşünmüş ve farklı yönlere odaklanmıştır. Bazıları bu soru karşısında aciz kaldılar ve yanlış fikirler ortaya attılar.

Bu yazımızda insanı doğru yoldan alıkoyan, hakikati kabul etmekten alıkoyan, bazı durumlarda insanı saptıran faktörlerden biri olan tekebbürden bahsedeceğiz.

Konuya girmeden önce size şu tanımı yapmak istiyoruz:

İnsanları gerçek inançlardan uzaklaştıran etkenleri iki kısma ayırmak mümkündür. Bu faktörlerden bazıları bilimsel ve entelektüel faktörlerdir. Örneğin bir kişinin bilimsel yeteneğinin zayıf olması nedeniyle yeterince güçlü bir argümanı anlayamaması mümkündür. Veya bazı delilleri yeterli görmemek. Aslında bu tür etkenler ve bunların ortadan kaldırılması mantık biliminde tartışılmaktadır; bu bilimin kişiye düşünme sürecini doğru bir şekilde yürütmesini ve doğru sonuçlara ulaşmanın genel kurallarını öğretiyor. Bu kurallar düşünmeyi yanlış çıkarımlardan kurtarır. Mantık bilimi, başlangıcından günümüze kadar bu kuralları araştırıyor ve zamanla genişliyor ve gelişiyor. Bahsettiğimiz faktörlerden bazıları ahlaki faktörlerdir. İnsanların gerçeği kabul etmesini engelleyen, onları saptıran faktörlere dikkat ettiğimizde bu faktörlerin her zaman bilimsel faktörler olmadığını gözlemiyoruz.
Tam tersine gerçekleri kabul etmemizi engelleyen sebeplerin bir kısmı manevi faktörlerdir. Bu faktörler insan aklını etkileyerek onu doğru yoldan alıkoymakta ve doğruları kabul etmekten alıkoymaktadır.

Her ne kadar dalalet ve sapkınlığa düşmek akılla ilgili bir mesele olsa da bazen akli bir meselenin kökeninde, akli bir sonucun temelinde manevi bir faktör vardır. Bu faktör kişinin bilimsel-zihinsel açıdan yanlış sonuca varmasına neden olur. Bu faktörlerden bazılarına  Kur’an-ı Kerim’in çeşitli ayetlerinde defalarca değinilmiştir. Bu da konunun ne kadar önemli olduğunu ve insan maneviyatının onun zihinsel sonuçlarını nasıl etkileyebileceğini göstermektedir. Bu faktörlere örnek olarak kıskançlık, bağnazlık, öfke, şehvet vb. gibi özellikleri örnek verebiliriz. Bu yazımızda bu faktörlerin belki de en önemlisi olan kibirden bahsedeceğiz. Kibir genellikle kendine güvenmek, her şeyi küçümsemek, aşırı hırslı olmak olarak açıklanır. Acaba ortak özellik olarak görmezden geldiğimiz bu nitelik, insanın yoldan çıkmasına neden olabilir mi? Nasıl oluyor da kibir, insan aklını hakla yetindiği konularda bile hakkı kabul etmekten alıkoyuyor?

Konumuza Kur’an-ı Kerim’den, hadislerden ve tarihten örneklerle devam edeceğiz.

Kur’an-ı Kerim’den örnekler

Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde kibirden bahsedilmekte ve kibrin insanı yanlış yola yönlendirmedeki rolüne değinilmektedir. Bu örnekleri dikkatinize sunuyoruz:

1- ” Hani rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona tam şeklini verip ruhumdan da üflediğim vakit hemen onun için secdeye kapanın. Bunun üzerine meleklerin hepsi secde ettiler. Yalnız İblîs hariç; o, kibir duygusuna kapılıp kâfirlerden oldu. Allah, “Ey İblîs” dedi, “Kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?”[4]

Burada Şeytan’ın Allah’a itaatsizliği sadece bir isyan ya da bir emre itaatsizlik değildi. Tam tersine bu isyanın altında ahlaki bir faktör olan kibir yatıyordu. Onu kâfir olmaya sürükleyen şey kibir. “O kibirlendi ve kâfirlerden oldu.” Şeytanın kibri, onun yanlış bir fikir bulmasına sebep olmuştu. “(Allah) buyurdu ki: “Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan neydi?” (İblis) dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. (Çünkü) beni ateşten, onu çamurdan yarattın”.[5]Ateşten doğan canlının, topraktan doğan insandan üstün olduğuna inanıyordu. Adem’in Peygamberimiz (sav)’e secde etmeyi reddetmesi ve Allah’ın emrine karşı gelerek kâfir olması bundandır. Böylece ilk kez kibirlenip zülme düşen İblis oldu.

2- “Biz hangi topluma bir uyarıcı göndermişsek oranın sefahate dalmış olanları mutlaka şöyle demişlerdir: Biz sizin tebliğ ettiklerinize inanmıyoruz. Ardından şunu eklemişlerdir: Biz servet ve nüfus açısından üstünüz; dolayısıyla, azaba uğratılacaklar biz olamayız.”[6]

Bu ayette kibir veya kibir kelimesi geçmiyor. Ancak kibirlenmeye neden olabilecek ve genellikle insanların kibirlendiği şeyler olarak kabul edilen mal ve çocuklardan söz edilir.
Ayet-i kerime, peygamberlerin gönderildiği ve azap vaadiyle tehdit edildiği toplumlarda bir grup insanın, onlara inanmadığını ve söylediklerini yalanladığını göstermektedir. Bunun nedeni kendilerini zenginlik veya çocuk sayısı bakımından büyük görmeleriydi. Onlara göre sanki Tanrı’nın zenginleri cezalandırma gücü yokmuş ya da acı sadece toplumun alt sınıflarına aitmiş gibi bir şeydi. Yani zenginliklerinden dolayı kendilerini diğerlerinden üstün görüyorlardı ve azaba uğramayacaklarına inanıyorlardı. Kibirleri yüzünden Allah’ın gerçek elçilerini yalan-ladılar ve yoldan saptılar.

3- ” Onların da ardından Mûsâ ve Hârûn’u açık mucizelerimizle Firavun’a ve çevresindeki ileri gelenlere gönderdik. İman etmeyi kibirlerine yediremediler; onlar günaha gömülmüş kimselerdi. Öyle ki, kendilerine katımızdan hakikat geldiğinde, “Bu apaçık bir büyü!” dediler. Mûsâ şöyle dedi: “Size gerçek ulaştığında böyle mi söylersiniz? Bu sihir mi! Oysa sihirbazlar gerçek bir başarıya ulaşamaz.” Sen” dediler, “Bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çeviresin de bu yerde nüfuz ve egemenlik ikinizin olsun diye mi aramıza geldin? Biz ikinize de inanacak değiliz!”[7]

Firavun ve taraftarlarının hakkı inkâr etmelerinin kibirden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. “Ben sizin en yüce Rabbinizim” diyen Firavun[8] ve astları, şeref ve fazilet bakımından kendilerinden üstün olan kişilerin varlığını kabul edemedikleri ve onlara itaat edemedikleri için bu hakkı inkar ettiler. Bu mantık, zikredilen ayetlerin sonunda daha da net bir şekilde anlaşılmaktadır: “Yeryüzündeki mülkün (güç) ikinizin olacağını mı söylemeye geldiniz? Biz sana inanmıyoruz” dediler.[9] Kendini tanrı sanan Firavun, o kadar kibirliydi ki, artık kimseye, hatta Allah’ın gerçek mucizelerle gönderdiği peygambere bile itaat edemezdi.

Tarihten örnekler

1-İbrahim Peygamber’in amcası Azer’in söylediklerine inanmamasının sebeplerinden biri de kibirdi. Hz. İbrahim (as) Azer’e şöyle dedi: “Baba, neden duymayan, görmeyen, sana hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara tapıyorsun? Babacım, doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Bana uyun ki, sizi doğru yola yönlendireyim.”[10] Ancak Azer’in kibri, Hz. İbrahim’in dinini kabul etmesine engel oldu ve şöyle cevap verdi: “Sen benim ilahlarımdan yüz çeviriyor musun, ey İbrahim? Eğer bunu durdurmazsan seni mutlaka taşlarım. Uzun bir süre benden uzak dur.”[11]

Azer’in iman etmemesinin tek sebebinin kibir olduğunu elbette söyleyemeyiz. Onun din değiştirmemesinin birçok nedeni olması mümkündür. Ancak tanrılardan “tanrılarım” diye bahsetmesi onun kibirini gösteriyordu ve İbrahim (as)’ın Peygamberimizi kendisinden aşağı görmesinin ve ona itaat etmek istemediği için inanmamasının sebeplerinden biri de kibri idi.

2-Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Besat’ın ilk 3 yılında tebliğini gizlice yürütmüştür. Bu sürenin ardından “En yakın akrabalarını korkut”[12] emri geldi. Bu emrin ardından Peygamber Efendimiz (sav) İslam davetini yaygınlaştırma yönünde bir adım atmış, Allah’ın yakın akrabalarından gelen emriyle ilk olarak bu çalışmaya başlamıştır. Meşhur bir olayda Peygamber Efendimiz (sav), tebliğini tebliğ etmek ve onları İslam’a davet etmek üzere Kureyş’ten 45 kişiye bir masa açmıştır. Ancak meclisin ilk günü hava uygun olmadığından Peygamber Efendimiz (sav) davetini yapamadı. İkinci gün meclis kuruluyor. O toplantıda İslam Peygamberi (s.a.v.) peygamberliğini açıkça bildirmiş ve onları Allah’a iman etmeye davet etmişti. Sonunda diyor ki: “Hanginiz bana inanırsınız?” İçinizden hanginiz kardeşim, velim ve halifem olarak bana destek olur?” Bunu söyleyince o sırada 13 yaşında olan Hazreti Ali ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Ya Resulallah, Allah’ın sana gönderdiği şeylerde ben senin halifen olacağım.” Bu olay üç kez tekrarlanıyor ve Hz. Ali (a.s) dışında cevap verecek kimse kalmıyor. O sırada Peygamber Efendimiz (s.a.v), Hz. Ali’nin elinden tutarak halka hitaben şöyle buyurdu: “Gerçekten bu, aranızda benim kardeşim, velim ve halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin!” O sırada meclistekiler alaycı bir şekilde gülmeye başladılar ve Hz. Ali’nin (a.s.) babası Ebu Talib’e dönerek şöyle dediler: “O sana, oğlunu dinlemeni ve ona itaat etmeni emrediyor. Onu sana lider karar veriyor”.

Onların kibirleri, Peygamberimiz (sav)’in Hz. Ali (as)’ı görevlendirmesiyle alay etmelerine ve Peygamberimiz (sav)’in davetini reddetmelerine neden olmuştur. Peygamber Efendimiz (sav)’in davetini reddetmenin yanı sıra, Peygamberimiz (sav)’i itibarsızlaştırmak için Ebu Talib’e bile kibir duygusu aşılamak istiyorlardı. Kendilerini Hz. Ali’den büyük gördükleri ve kendilerinden daha genç birinin kendilerine önder olmasını kabul etmedikleri için Peygamber Efendimiz (sav)’in bu kararıyla alay ediyorlardı.

Kur’an-ı Kerim’den, hadislerden ve tarihten gelen tüm bu örneklerden, kibrin aslında göründüğünden daha tehlikeli bir davranış olduğu sonucuna varıyoruz. Bu nedenle insanın nefsine sahip çıkması, tarihteki olaylardan ders alması gerekir. Çünkü kibir duygusunu ihmal etmek insanı küfür seviyesine bile sürükleyebilir. Ne yazık ki günlük yaşamda bile insan bazen bazı sebeplerden dolayı kendini büyük görebildiğinden apaçık gerçekleri kabullenememektedir.

Böylece başta belirttiğimiz bazı soruların cevabı bir ölçüde açığa kavuşuyor. Tarihteki büyük şahsiyetlerin ve ilim adamlarının bazı gerçeklerden uzaklaşmalarının, Allah’ın ayetlerini görmelerine rağmen doğru yola ilelememelerinin veya Ehl-i Beyt’in durumuyla ilgili binlerce şahidin kökeninde sadece bilimsel faktörler değildir. Bazen tüm bilimsel deliller tam olmasına rağmen gerçekler inkar edilmektedir. Bu, insan ruhundaki kibir, taassub, haset vb. manevi hastalıkların bir sonucudur. Bu hastalıklardan biri de bahsettiğimiz kibirdir.

Bizi yoldan çıkaracak her türlü tehlikeden Allah’a sığınırız.

Dipnotlar

[1] Şeyh Kuleyni, El-Kafi, c.1, s.25.

[2] Allame Meclisi, Miratul-ugul, c.1, s.80.

[3] Seviye ve derece yönünden farklı olsalar da.

[4] Sad Suresi 71-75

[5] Araf Suresi 12

[6] Sebe Suresi 34-35

[7] Yûnus Suresi – 75-78

[8] Naziat Suresi 5

[9] Yûnus Suresi – 75-78

[10] Meryem Suresi 42-43

[11] Meryem Suresi 46

[12] Şuara Suresi 214

etiketlerETİKETLER
Üzgünüm, bu içerik için hiç etiket bulunmuyor.
okuyucu yorumlarıOKUYUCU YORUMLARI

Sıradaki içerik:

TEKEBBÜR-KİBİRLENME